
“Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”
Çözüm Komisyonda Değil Mücadelede!
Açıktır çünkü bırakalım burjuva anlamda dahi kimi demokratik adımların atılmasını, halihazırda iktidar kendi anayasasına dahi uymamakta, yasal düzenleme yapılması gerektirmeyen adımları dahi atmamaktadır.
13 Ağustos 2025
ABD ile Rusya arasında Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle başlayan yumuşama politikası yerini giderek sertleşen karşılıklı açıklamalara bırakmış durumda.
D.Trump, Rusya’nın Ukrayna’daki işgalini sona erdirmesi ve savaşın sonlanması için verdiği 50 günlük süreyi iki haftanın altına indirdiğini açıkladı. Rusya ise Trump’ın bu türden “ültimatom”larını “savaşa doğru atılan adımlar” olarak değerlendirdi.
ABD başkanlık seçimleri öncesinde iktidara gelir gelmez Ukrayna savaşını Rusya lideri V.Putin’le konuşarak kısa sürede çözeceği vaadinde bulunmuş olan ABD Başkanı, D.Trump, 1 Ağustos’ta iki nükleer denizaltının “gereken yere” konuşlandırıldığını açıkladı. Hatırlanırsa Rusya lideri V.Putin de daha önceden birkaç kez nükleer silah kullanımına dair açıklamalar yapmış ve son olarak 19 Kasım 2024’de Rusya’nın yeni nükleer doktrinini onaylayarak, nükleer silah kullanımı koşullarını genişletmişti.
ABD Başkanı D.Trump’ın “nükleer denizaltı” hamlesi, ABD “barışı”nın gerçekte savaş demek olduğu, ABD emperyalizminin gerileyen hegemonyasının yeniden tesis edilebilmesinin ancak ve ancak rakip emperyalist güçlerle hem askeri hem de ticari olarak karşı karşıya gelmek olduğu bir kez daha görülmüş durumdadır. Emperyalist kamplar arasında giderek sertleşen rekabet sadece askeri alanda değil ticari alanda da sürmektedir.
D.Trump göreve başladıktan sonra ABD’nin onlarca ülkeden ithalatına karşı açıkladığı yüksek gümrük vergilerinin ikinci paketini 7 Ağustos’ta açıkladı. İkincil gümrük vergileri, aralarında Türkiye’nin de olduğu
Rusya ile ticaret yapan herhangi bir ülkeden gelen malların ABD’ye ithal edildiğinde % 100 vergi ile karşılaşmasını öngörüyor.
Bu durum bir zamanlar burjuva ideologların hararetle savundukları “serbest piyasa” söyleminin koca bir yalandan ibaret olduğunu göstermektedir. Ancak yükseltilen gümrük vergilerinin esas olarak önümüzdeki süreçte emperyalist kapitalist sistemin ekonomik krizini daha da derinleştireceği ve bunun da emperyalist kamplar arasındaki çelişkileri daha da sertleştireceğini öngörmek gerekir.
Bu ise emperyalistler arasındaki mücadelenin yeni bir emperyalist paylaşım savaşına evrilmesinin koşullarının daha da artırması anlamına gelecektir. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşı için ABD ve İngiltere başat rol oynamaktadır.
Emperyalist kapitalist kamplar arasında giderek sertleşen çelişkilerin somut ürünü ve göstergesi olarak Ukrayna Savaşı ve İsrail’in Filistin başta olmak üzere bölgesel saldırganlığı örnek verilebilir.
Rusya’nın Ukrayna işgaliyle başlayan savaş, batı emperyalizminin NATO aracılığıyla Ukrayna’yı desteklemesiyle uzun süreli bir savaşa dönüşmüş durumdadır. Rusya’nın yıpratılması ve güçten düşürülmesini amaçlayan savaş, emperyalist kampların belli pazarlıkları sonucunda başka bir aşamaya evrilme potansiyeli taşımaktadır. Son olarak D.Trump ile V.Putin’in 15 Ağustos’ta görüşecekleri açıklanmış durumdadır.
Öte yandan İsrail’in bölgesel saldırganlığı, tam da batı emperyalizminin yeni yöneliminin ürünü olarak şekillenmektedir. Çünkü siyonist İsrail devleti herhangi ve sıradan bir devlet değildir. İsrail, başta ABD ve İngiltere olmak üzere batı emperyalizminin Ortadoğu bölgesinde çıkarlarını savunmak ve uygulamak üzere kurulmuş bir devlettir.
Dolayısıyla İsrail’in başta Filistinlilere yönelik soykırımı olmak üzere bölgede uygulamaya koyduğu saldırganlık politikası, başta ABD olmak üzere batı emperyalizminin bölgesel çıkarlarından ve hedeflerinden bağımsız değildir.
Ortadoğu’da “İsrail’in güvenliğini sağlamak” gerekçesiyle, batı emperyalizmine şu veya bu nedenle muhalefet eden her devlet, parti ve örgütlenmenin hedefte olmasının nedeni budur. İsrail’in Filistin ulusal direnişine yönelik saldırganlığı, İran’ın “direniş ekseni”nin etkinliğinin kırılması, Lübnan Hizbullah’ına yönelik saldırganlık, Suriye’de Esad rejiminin devrilerek iktidarın selefi cihatçılara teslim edilmesi gibi gelişmelerin arka planında başta ABD olmak üzere batı emperyalizminin bölgesel hakimiyetinin sağlanması amaçlanmaktadır.
Siyonist İsrail rejiminin bölgedeki gerici Arap rejimleriyle “İbrahim Anlaşmaları” adı altında, başta ABD ve İngiltere olmak üzere batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda deyim yerindeyse “dikensiz gül bahçesi” yaratılması hedeflenmektedir.
Yeni sürece uygun olarak bölgesel bir dizayn söz konusudur. Üstelik bu politika sadece Ortadoğu bölgesiyle sınırlı değildir. Kafkasya’da da benzer bir yönelim söz konusudur. Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan sorunlara doğrudan müdahale edilmekte, Azerbaycan ve Ermenistan liderleri Beyaz Saray’da ağırlanarak bir barış anlaşması imzalamaları sağlanmaktadır.
Dahası uzun süredir Ermenistan ve Azerbaycan arasında tartışma konusu olan Zengezur Koridoru’nun, “Trump Rotası” (TRIPP) adı altında ABD tarafından işletileceği açıklanmaktadır. Atılan bu adımların Çin’in “Kuşak Yol Projesi”ne alternatif olarak geliştirildiği ise bir sır değildir.
Mecliste kurulan komisyonun amacı
Gelinen aşamada bu politika, İsrail güvenlik kabinesinin Gazze’nin tümüyle işgal planını onaylamasıyla ve Lübnan hükümetinin Hizbullah’ı da kapsayacak şekilde ülkedeki tüm silah varlığının devlet tekeline alınması ve grupların elindeki silahların toplanması kararını kabul etmesiyle devam ettirilmektedir.
Bu politika, Suriye’de ise selefi cihatçıların Alevilere, Dürzilere ve Hristiyanlara yönelik katliam saldırıları eşliğinde, başta ABD ve İngiltere olmak üzere batı emperyalistlerinin IŞİD artığı rejime tam destek verilmesiyle sürdürülmektedir.
Üstelik Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi’nin ve Demokratik Suriye Güçleri’nin selefi cihatçı rejime entegrasyonu adı altında, Rojava Devrimi’nin kazanımlarının geriletilmesi ve devrimin halkçı yönlerinin tasfiye edilmesi amaçlanmaktadır.
Bu durum ABD başta olmak üzere batı emperyalizminin bölge halklarının çıkarlarını değil başta kendileri olmak üzere, bölgesel gerici müttefiklerinin çıkarlarını öncelediklerini göstermektedir. Bu politika nedeniyle Suriye’de selefi cihatçı katillere kravat taktırılarak iş tutmaktadırlar. Nitekim emperyalist şirketler ve gerici Arap devletlerinin sermayesinin Suriye’de yeni ihaleler aldığı açıklanmaktadır.
Suriye pastasının paylaşımından Türkiye’de “beşli çete” arasında yer alan şirketlere de taşeronluk verildiği ifade edilmektedir.
TC devleti, Suriye’de IŞİD artığı selefi cihatçı çetelere tam destek verirken, Kürt ulusunun kazanımlarını tasfiye etmek ve inşa edilen yeni rejimde herhangi bir statü elde etmesini engellemek istemektedir. TC devletinin bu politikası, iç politikada “iç cepheyi tahkim etme” stratejisinin bir parçası olarak Kürt ulusal hareketiyle “çözüm süreci”yle çelişkili görünmekle birlikte gerçekte temel hedefleriyle uyumludur.
TC devletinin hedefi, içerde ve dışarda Kürt ulusunun herhangi bir statü kazanmasını engellemek, engelleyemediği oranda ise kendine tabi kılarak bağımlılık ilişkisini yeniden üretmektir.
TC devleti, başta ABD olmak üzere batı emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkaslar’da yeni yönelimini kendi varlığı ve geleceği açısından bir avantaja çevirmek istemektedir. “Türkiye Yüzyılı” olarak propaganda ettiği ve “iç cepheyi tahkim etme” dediği yeni bir strateji, devreye sokulmuş durumdadır.
Bu amaçla Kürt ulusal hareketinin önderi A.Öcalan ile masaya oturulmuştur. Faşist MHP lideri D.Bahçeli’nin açıklamalarından çok önce, TC devletinin İmralı’da tecrit altında tuttuğu A.Öcalan’la görüşmeler yaptığı ve bu görüşmeler sonucunda belli bir yol haritasında hemfikir olunduğu anlaşılmaktadır.
Tarafların ısrarla bir “pazarlık yok” dediği sürecin içeriği bilinmemekle birlikte, A.Öcalan’ın çağrısıyla Kürt ulusal hareketi cephesinde yaşanan gelişmeler, (PKK’nin tasfiyesi vb.) ve verilen tavizler (silahların imha edilmesi vb.) karşılığında, iktidar tarafından “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılan sürecin TBMM ayağı olan “milli dayanışma, kardeşlik ve demokrasi komisyonu” kurulmuş durumdadır.
Adı geçen komisyonun “Kürt ulusal sorununu çözme” gibi bir amaç ve hedefi bulunmadığı komisyona katılan ya da katılmayanların “anayasa yapma” tartışması üzerinden de anlaşılabilir. Komisyonun amaç ve hedefinin sadece ve sadece Kürt ulusal hareketinin silahsızlandırılması ve tasfiyesinin yasal alt yapısının hazırlanması olduğu anlaşılmaktadır.
Komisyondan amaçlanın Kürt sorununun çözümü değil ve fakat gelinen aşamada TC devleti ile Kürt ulusal hareketi arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi olduğu görülmektedir.
Kürt ulusal sorunun tam ya da kısmi çözümü demek bir “anayasa tartışması” yapmak demektir. Kürt ulusunun bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabulü ve statüsünün tanınması demektir. Kürt sorununun çözümü gibi büyük bir iddiaya sahip olanların ise kurulan komisyonda hiçbir biçimde anayasa tartışması yapılmayacağını ifade etmelerinin ayrı bir tutarsızlık olduğu da açıktır. Gerçekten Kürt sorununun çözümünün tartışıldığı herhangi bir masada, anayasanın gündeme gelmemesi mümkün değildir.
Yalnızca bu beklentinin iddia edilebilmesi bile sürecin amacının Kürt sorununu çözmek olmadığının komisyona katılan partiler tarafından bilindiğini ve kabullenildiğini göstermektedir.
İktidar açısından komisyonun amacının ne olduğuna dair komisyon başkanı Numan Kurtulmuş’un komisyonun açılış toplantısındaki şu ifadeleri belli bir fikir verebilir. Numan Kurtulmuş;“1. Dünya Savaşı’ndan sonra birbirinden kopartılan, aralarına tel örgüler çekilen halklar artık yeniden birbirlerini daha yüksek sesle duymayı hak ediyor” demektedir. Burada kastedilen elbette dört parçaya bölünen Kürdistan ve Kürt ulusudur.
Bu sözler, iktidar sözcülerinin daha önceki açıklamalarıyla (Türk, Arap ve Kürt kardeşliği vb.) birlikte değerlendirildiğinde, meselenin iktidar açısından bölgesel bir genişleme olarak ele alındığını göstermektedir. “Kürt ve Türk kardeşliği” adı altında “Misak-ı Milli” hayallerinin utangaçça savunulması söz konusudur.
Dolayısıyla iktidar açısından meseleye yaklaşım, Kürt ulusal sorununun çözümünden ziyade ezen ulus imtiyazının korunması ve dahası bu temel üzerinden yayılmacı hayallerdir. Bu hayaller, iktidar sözcüleri tarafından açık açık dillendirilmektedir.
Kürt ulusal hareketinin sürece ve meseleye yaklaşımı ise A.Öcalan’ın çağrısında ve perspektifinde ortaya koyduğu üzere “demokratik toplum” ve “demokratik ulus” inşasıdır. Bu hedefin emperyalist kapitalist sistem gerçekliği ve dahası somut koşullarında net olarak gösterdiği üzere gerçekçi bir hedef olmadığı ortadır.
Sınıflı toplum olgusu ve TC devlet örgütlenmesinin sınıfsal karakteri dikkate alındığında bu türden ütopik tezlerin birer fantezi olmaktan öte gidemeyeceği son derece açıktır.
Öte yandan yaşanan süreç “komünist” maskeli kimi partilerin gerçek yüzlerini de faş etmiş durumdadır. Kendine “komünist” diyenlerin, “cumhuriyetin birikimini savunma” adı altında burjuva cumhuriyeti savunma ve sınırlarına dokundurtmama çağrıları yaptıklarına tanık oluyoruz. Kürt ulusal sorunu karşısında sosyal şovenizmin, ırkçı ve faşist partilerle “vatan savunusu” adı altında yan yana gelmekte sakınca görmediği bir dönem içindeyiz.
Düzenin normali bizim anormalimizdir!
Açıktır çünkü bırakalım burjuva anlamda dahi kimi demokratik adımların atılmasını, halihazırda iktidar kendi anayasasına dahi uymamakta, yasal düzenleme yapılması gerektirmeyen adımları dahi atmamaktadır.
Örneğin ağır hasta tutsaklar, serbest bırakılmamaktadır. Hapishanelerde infaz yakmalar rutinleşmiş durumdadır. Yeni tecrit hapishaneleri açılmaktadır vb. Sadece ezilen bağımlı Kürt ulusuna yönelik ulusal baskı politikası ve inkar siyaseti ısrarla sürdürülmemekte, örneğin maden işçilerinin grevi “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanmaktadır.
İktidarın bırakalım işçi sınıfına ve halka yönelik faşist saldırganlığını, hakim sınıfların kendi arasındaki klik dalaşında bile faşist bir saldırganlık sözkonusudur. 19 Mart süreciyle birlikte hakim sınıf kliklerinin kendi aralarındaki iktidar mücadelesi yeni bir aşamaya evrilmiş, burjuva muhalefetin cumhurbaşkanı adayının da aralarında olduğu CHP’li belediye başkanlarına ve çalışanlarına “terör” ve “yolsuzluk” gerekçeleriyle tutuklama saldırıları devrededir.
Son süreçte elektronik imza ve diploma sahtekarlığının da kanıtladığı üzere, halka yönelik sadece faşist saldırganlıkta ısrar yoktur. Aynı zamanda hırsızlıkta, yolsuzlukta, katliamlarda bir ısrar ve süreklilik söz konusudur. Ancak ifade etmek gerekir ki, diploma sahtekarlığı gibi pratikler düzenin anormalliği değil normalidir.
Diğer bir ifadeyle “imar affı”yla depremde katledilen on binlerden, orman yangınlarında ekipmansız yangına müdahale ettirilen işçilerin katledilmesine, iş güvenliği önlemlerinin alınmamasından kaynaklı yaşanan iş cinayetlerine, kadınlara ve LGBTİ+lara yönelik katliamlara, yeni doğan bebeklerden sokak hayvanlarının katledilmesine kadar hemen her alanda ve konuda bir süreklilik söz konusudur.
Son süreçte kamuoyuna yansıyan kimi görüntülerde de görüleceği üzere zincir marketlerde genç işçiler, kasiyerlikten temizliğe ve depo düzenine kadar tüm işlerde bayılasıya kadar çalıştırılmaktadır. Üstelik bu işçiler, günde 12 saat çalışıp asgari ücret almaktadırlar. Tam bir ücretli kölelik düzeni söz konusudur. Düzenin normali budur.
Bizlerin normali ise devrimci mücadelede “yakına ama ileriye” çizgisinde ısrardır. Son olarak Dersim festival çalışmalarından da tanık olduğumuz üzere, kitlelere gitmek, sorunlarını dinlemek, kitlelerin şu veya bu mücadeleleriyle birleşmek çabasında ısrar, geleceği kazanma mücadelesine bizi ileriye taşıyacaktır.