“Çıplak Ayaklı Doktorlar!”; Kapitalizmin Sağlık Hakkı Gaspına Karşı Alternatif Politikalar Mümkün!

“Çıplak Ayaklı Doktorlar!”; Kapitalizmin Sağlık Hakkı Gaspına Karşı Alternatif Politikalar Mümkün!

“Sosyal devlet” politikaları tasfiye edildi. Devletlerin yerine getirmediği bu hizmetleri şirketler üstlendi. Sağlığın ticarileştirilmesine de diğer ticarileştirmeler gibi hız verildi. Sağlığın ticarileştirilmesi önce hasta etmek, sonra da bu hastalıkların “tedavisi” temeline dayanmaktadır.

9 Temmuz 2025

Ülkedeki ve dünyadaki siyasal konjonktür, devrimci siyasetin önüne her geçen gün çözülmesi gereken yeni sorunlar çıkartıyor.
Yoksul yığınlar kapitalist-emperyalist sistemin siyasal ve askeri krizlerin sonucu olarak hayatta kalma mücadelesinde daha da geriye düşüyor. Politik muhalefetin bir bölümü ise bu yakıcı sorunların çözümünden ziyade ifşasıyla sınırlı çalışmalarla yetiniyor. Halk ise beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi konularda çoğu kez kendi kaderiyle başbaşa kalıyor.
Yakın gelecekte ülkelerin kaynaklarını insani ve sosyal yatırımlardan daha fazla çekip, bölgesel ve emperyalist savaşlara ayıracaklarını öngörmemek mümkün değil. Dünya 20. yüzyılın bir bölümünde sosyalist ve demokratik ülkelerin etkisiyle gerçekleştirilmiş olan sosyal politikalardan uzaklaşmış durumda. Doğayı ve insanı varlık-yokluk derecesine getirmiş bu sorunların çözümü için devrimci-demokratik güçlerin, sosyal kurtuluş mücadelelerin öznesi olma iddiasını taşıyanların daha işlevsel politikaları hayata geçirmelerine ihtiyaç var.
Barınmanın, beslenmenin, sağlığın ve eğitimin ticarileştirilmesinin sonucunda büyük bir insani ve ekolojik yıkım yaşanıyor. Emperyalist şirketlerin bu alanları daha fazla ele geçirmesine dur demek elbette fazlasıyla önemli. Diğer taraftan bu ihtiyaçların halkın öz gücüyle karşılanabilmesi de aciliyet taşıyor. Dolayısıyla bilimsel ve pratik adımları, halkla birlikte atabilmek en az ticarileştirmeye karşı durmak kadar önemli.
Örneğin sağlıkta bu noktaya nasıl gelindiğine, neler yapılabileceğine bakalım: 19. ve 20. yüzyıllarda sağlık alanında, tarihteki en önemli gelişmeler yaşandı. Bu gelişmelerin tüm topluma yayılması ise ancak sosyalist ve demokratik ülkelerde gerçekleştirilebildi.
Sosyalizmin bu başarısı kapitalist ülke halkları için devrim özlemini yükseltince, “sosyal devlet” politikalarını benimsemiş olan kapitalist-emperyalist ülkelerde de kısmi iyileştirmeler oldu. Beslenme, barınma, sağlık ve eğitime daha fazla kaynak ayrıldı. 1948 yılında Dünya Sağlık Örgütü kuruldu. 195 civarındaki ülke DSÖ’ye üye oldu. Tüm bunların sonucunda 20. yüzyılın ikinci yarısında anne ve çocuk ölümleri azalmaya, salgın hastalıklar tedavi edilmeye, kronik hastalıkların insan yaşam kalitesini düşürmesi önlenmeye, kısacası, insan ömrü uzamaya başladı.
Ancak ne yazık ki kısa bir dönemi kapsayan bu olumlu gelişmeler, dünyada kapitalizmin hakim olmasına yol açan sosyalist ve halkçı devletlerdeki kapitalizme dönüşlerle birlikte tersine dönmeye başladı. Aynı dönem içinde kapitalizmin çoklu krizleriyle neo-liberal politikalara geçişle ise geriye düşüşler başladı.
Beslenme, barınma, sağlık ve eğitime ülke bütçelerinden ayrılan pay neo-liberalizmle birlikle peyderpey azaltıldı.
“Sosyal devlet” politikaları tasfiye edildi. Devletlerin yerine getirmediği bu hizmetleri şirketler üstlendi. Sağlığın ticarileştirilmesine de diğer ticarileştirmeler gibi hız verildi. Sağlığın ticarileştirilmesi önce hasta etmek, sonra da bu hastalıkların “tedavisi” temeline dayanmaktadır.
İlaç şirketlerinin özel sağlık kuruluşlarının bulunduğu bu sistemde hastalar müşteri, sağlık çalışanları ise hizmet sektörünün sıradan çalışanları olarak tanımlanmaya başlandı. Oysa bilimsel ve sosyal bir sağlık sisteminin temelinde önleyici sağlık uygulamaları bulunur. Bu yaklaşımın sonuç verebilmesi ise çevre sağlığı, barınma, beslenme ve eğitimi de kapsamasıyla mümkündür.
Bugün ise koruyucu sağlık uygulamaları sağlık sisteminden çoktan çıkartılmış bulunuyor. Sonuçta hasta edilen bir toplumla, tedavi adı altında hastalıklara sürdürebilirlik kazandırılmasıyla, sağlık şirketleri için çalışan sıradan kafa emekçisi bilimcilerle, güvencesiz ve performansa dayalı çalışmak zorunda kalan meslek örgütleri, tasfiye edilmek istenen sağlıkçılarla karşı karşıyayız.
Parası ya da hiçbir sağlık güvencesi olmayanların ise bu hizmetlerden yararlanabilmesi dahi mümkün değil.
Örneğin Covid 19 pandemisi döneminde dünya yoksullarının büyük bölümü aşıya hiç erişemedi. Emperyalist ülkelerdeki sağlık sistemi çoktan ticarileştirilmiş olduğu için, kârlılık oranlarına bağlı belirlenmiş yatak sayılarından dolayı hastanelerden yararlanamayan milyonlarca insan hastane koridorlarında can verdi.
Bu dönemi evlerinde karantinada geçiren yoksullar sağlıksız barınma ve beslenme koşullarından dolayı bedensel ve mental olarak çok daha fazla yıprandı. Ev işleri, çocuk, hasta, yaşlı bakımı gibi kadınların omuzlarına binen yük arttı. Ev içi şiddet yükseldi. Koruyucu ve önleyici ruh ve beden sağlığı uygulamaları ticari sağlık sisteminde yer almadığı için Covid 19 Pandemisi döneminden sonra da bu dönemin ortaya çıkarttığı sağlık sonuçları karşısında halk kendi haline bırakılmış durumda.

Halkçı sağlık politikaları, yaşatır
Ülkemizde 2023 yılında yaşanan 6 Şubat depremleri de çoklu sağlık krizinin ağır örneklerini görmemize neden oldu.
Zaten sağlıklı konutlarda yaşamayan milyonlarca yoksulun sadece evleri değil, hastaneleri, okulları, işyerleri ve daha pek çok kamusal yapı başına yıkıldı. Enkazlardan çıkartılabilen yaralıların büyük bölümü deprem bölgesine uzak şehirlerdeki sağlık kuruluşlarına taşındı.
Çocuğuyla, yaşlısı, engellisi, hastasıyla milyonlarca insan çadırlarda, konteynırlarda yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bu imkanlardan bile yararlanamayanlar hasarlı binalara girmek zorunda kaldı. Depremin rant fırsatı olarak değerlendirilmesi sonucu, halkın rızası dışında, kamulaştırmalar yapılmaya başlandı. İnsani krizin ekolojik krizle bir üst seviyeye çıkması ise yakın geleceğin daha ağır sağlık sorunlarının habercisi.
Beslenme, barınma, temizlik, hijyen hala büyük sorun. Ortaçağa özgü hastalıklar yeniden ortaya çıkmaya başladı. Ve çadırlardaki, konteynırlardaki bu yaşamın asıl yükü yine kadınların üstüne kaldı.
Tüm bunlar ticarileştirilmiş sağlık sistemi başta olmak üzere neo-liberalizmin yarattığı sonuçlar.
Bu ortaçağlaşmaya karşı DSÖ gibi kuruluşlar pansuman etkisi bile yapamayacak tedbirlerle cevap olmaya çalışıyor. Zira sadece ülkelerin kendi sınırları içindeki sağlık sistemine ayırdıkları kaynaklar azalmıyor. DSÖ gibi kuruluşlara ayırdıkları bütçeleri kısmaları veya tamamen kesmeleri, bu kuruluştan çıkmaları da söz konusu.
Kapitalizm ekonomik temelli krizlerle sarsılırken, bu sistemin ortaya çıkardığı üst yapı kurumları da işlevsizleşiyor. Dünyadaki sağlık organizasyonları ve sağlık kuruluşları da (DSÖ gibi) bundan nasibini alıyor.
Bu durum öyle bir boyuta ulaştı ki, DSÖ’nün gündeminde ortaya çıkan mali sorunlara çözüm arayışları var. 19-27 Mayıs 2025 tarihleri arasında, İsviçre’nin Cenevre kentinde 78.’si düzenlenen Dünya Sağlık Asamblesi (WHA)’nın en önemli konu başlığı sağlıkta ve sağlık kurumlarında yaşanan finansal sıkıntılardı. Finansal sıkıntılardan etkilenenler arasında sayıları dünya çapında 41 milyonu aşan sağlık emekçilerinin de olduğu belirtiliyor.
Türkiye ise OECD ülkeleri arasında gayri safi yurtiçi hasıladan sağlığa en az kaynak ayıran ülke. Kısacası halklar da onların sağlık emekçileri de kendi kaderiyle baş başa kalmış durumda.

Peki çözüm nedir?
1978 yılında, Kazakistan’ın Alma Ata kentinde düzenlenen DSÖ’nün “Temel Sağlık Hizmetleri” konulu Uluslararası Konferansında, “Ekonomide ve siyasette sosyalizasyon, giderek eğitimde sosyalizasyon gerçekleşmeden sağlıkta sosyalizasyon gerçekleşmez” prensibi benimsenmişti. Daha sonraki yıllarda ise dünya, eğitimde ve sağlıkta sosyalizasyonun güçlendirildiği değil, var olan kazanımların da tasfiye edildiği bir sürece girmiştir.
Yine de Alma Ata Konferansı’nın tespitleri dikkate değerdir. 1978 yılında yapılmış olan bu konferansta Demokratik Çin Halk Cumhuriyeti’nin uyguladığı “Çıplak Ayaklı Doktorlar” örneği model gösterilmiştir. Koruyucu halk sağlığı uygulamaları, halen temizlik ve hijyen konusundaki temel eğitimi ve birinci basamak sağlık hizmetlerinin gezici ekipler tarafından ülkenin en uzak yerlerine ulaştırılması, dezavantajlı grupların da bu kapsama alınması bakımından “Çıplak Ayaklı Doktorlar” örneği dikkate değerdir.
Bu sağlık seferberliğini omuzlayanlar Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ortaya çıkardığı bilinç ve coşkuyu kuşanmış gönüllü gençlerdir. Bu gençler sınırlı tıp bilgileri ve yetersiz alet ekipmanlarıyla çıktıkları yolda, geleneksel Çin tıbbının uygulanabilir yöntemlerinden de yararlanmışlardır.
Bilimsel tıbbın ve modern sağlık sisteminin tüm Çin’de yaygınlaştırılmasından önceki dönemde “Çıplak Ayaklı Doktorlar” sayesinde Çin halkı sınırlı da olsa sağlık hizmetine kavuşmuştur. “Çıplak Ayaklı Doktorlar”ın bu çalışmalarının diğer bir çıktısı ise; geleneksel Çin tıbbının bazı yöntemlerinin, bilimsel tıbbi araştırmalarla incelenerek standardize edilmesinde ve modern tıpta kullanılmasındaki öncülüğüdür.
Daha sonraki yıllarda ise 1978 yılında DSÖ’nün konferansına konu olan “Çıplak Ayaklı Doktorlar” gibi örnekler tamamen gözardı edilmiştir. Neo-liberalizmle birlikte bunun yerine sağlığın ticarileştirilmesi almıştır. Tedaviye erişemez olan yoksullar ise etkisi bilinmeyen geleneksel “tedavi” yöntemlerine yönelmek zorunda kalmıştır.
Bu nedenle tedaviye erişemeyen dezavantajlı kesimlerin durumu öncelikli inceleme konularının başında gelmektedir. Sağlık politikalarında yaş, cinsiyet, cinsel yönelim, etnik kimlik, engellilik, göçmenlik gibi faktörler göz ardı edilmemelidir.
Örneğin geçmişte olduğu gibi bugün de tıbbi araştırmalar yetişkin erkek bedeni baz alınarak yapılmaktadır. Bu tedavilerin birçoğunda kadın bedeni ve yaşlılar üzerindeki sonuçlar yeterince bilinmemektedir. Kadın bedeni üzerinde yapılan araştırmalar ise üreme sağlığı ile sınırlı kalmıştır.
Özellikle nüfus politikaları kadın ve LGBTİ+ların beden dokunulmazlığını yok saymaktadır. Geçmişte sağlık sisteminde dezavantajlı yaş grubu sadece ileri yaştakiler iken şimdi buna gençler de eklenmiştir.
Bütün dünyada eğitimde, istihdamda yer alamayan “ev genci” olarak adlandırılan kesim de güvenceden yoksundur. Beden ve ruh sağlığı bakımından risk altındaki bu grup toplumdaki dezavantajlı kesimi oluşturmaya başlamıştır.
Sağlıktaki sorunlar ve daha pek çok konu başlığında sorunların çözümünün eğitimin sosyalizasyonundan geçtiği söyleniyor.
Günümüzdeki eğitim sistemi işsiz ve umutsuz gençler ordusu yaratıyor. Eğitimin de sınıfsal ve politik tercihlerle sermaye eksenli şekillendirildiği mevcut emperyalist-kapitalist sistemde alternatif eğitim de sınıfsal ve politik olarak inşa edilmelidir. Bu eğitim ise ancak sahada edinilebilir.
Gençlik sorgulayıcı ve devrimci dinamizmi ile toplumun tüm sorunlarında tutum belirleyebileceğini her fırsatta gösteriyor. Yeter ki içinde bulunulan dağınıklık ve kendiliğindenciliğin örgütlülüğe dönüşmesinin yolu açılsın.
Önümüzdeki yıllar yoksullar ve dezavantajlı gruplar açısından çok daha zorlayıcı ve karmaşık olacak. Belirsizliklerle ve risklerle dolu bu süreç kendi olanaklarını ve imkanlarını da beraberinde getirecek.
Yeniden “Çıplak Ayaklı Doktorlar” ya da 1 Mayıs, 18 Mayıs mahalleleri neden olmasın? Antakya’da kadınların attığı tohum bunun habercisi değil mi?