
Şovenizmin Zehri, Yayılmaya Devam Ediyor
Emperyalistlerin yoğun biçimde paylaşım savaşının cephelerini tahkim ettikleri bugünlerde Türkiye proletaryasının şovenizmle ve uzlaşmacılıkla arasına net bir çizgi çekmesi gerekmektedir.
13 Ağustos 2025
Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine PKK’nin kendini fesih kararının ardından yaşanan tartışmalar, bu sürecin önceki ateşkes ya da barış süreci tartışmalarına benzemediğini göstermektedir. Bunda elbette hem TC devleti açısından iç ve dış gelişmeler-dengeler, hem de Öcalan’ın paradigmasını gerçekleştirmek istemesi etkilidir.
Ayrıca özelde ABD’nin ve genel olarak da “batılı emperyalistlerin” planları doğrultusunda, Ortadoğu’da güçlü bir gerilla hareketinin istenmiyor oluşu ve emperyalistlerin Türkiye’yi bir savaş cephesi olarak yeniden dizayn etme girişimlerinin etkisi inkar edilemez bir gerçektir.
Bu gerçek, “iç cephenin tahkimi” söylemlerinden de, emperyalistlerin süreci hızlandırmak için bastırmalarından da, faşist TC’nin “bebek katili” söyleminden “kurucu önder” söylemine çark edişinden de kendisini gösteriyor. Aynı zamanda Öcalan’ın mesajları da oldukça net biçimde “silahlı mücadelenin miadını doldurduğu”nu ifade etmektedir.
Elbette Öcalan’ın neredeyse bütün mesajlarında MLM dünya görüşünü hedef alması, faşist TC’ye dair çok fazla bir şey söylememesi, sınıf mücadelesini inkarı, tüm dünya savaşa hazırlanırken silah bırakma ve “barış ve demokrasi” söylemleri ve çok daha fazlası eleştirilmeli ve net bir tutum alınmalıdır.
Kürt ulusal sorunu konusunda zamanında en net tutumu ortaya koyan komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın elli yıldan daha fazla bir süre önce ortaya koyduğu tezler bugün dünden daha fazla çözümün anahtarı olmuştur. Zira Kürt ulusal sorunu, PKK’nin silah alıp dağa çıkması ile başlamamıştır ve “barış ve demokrasi” tartışmaları ile de sınırlı değildir. Türkiye’de Kürt ulusal sorunu, TC’nin kuruluş kodlarına dayanmaktadır.
Kürt ulusal sorunu olarak ifade edilen şey, ezilen uluslar sorunu, bir “tam hak eşitliği” sorunudur.
Kürt’e layık görülen
Bu süreçle birlikte yapılan tartışmaların ve sergilenen pratiğin önceki süreçlere benzemediğine yukarıda değinmiştik. Ancak Türkiye koşullarında değişmeyen şeyler de var elbette. Bir taraftan sanki Kürt ulusal sorunu PKK ile başlamış gibi değerlendirmeler yapılırken, diğer taraftan ise silahlı mücadele yürütürken de PKK’ye saldıran, silah bıraktığında da yine PKK’ye saldıran bir kesim, ezen ulus milliyetçiliğine “demokrat, sosyalist” ve hatta “komünist” maskesi takmaya çalışmaktadır.
Özellikle AKP-CHP arası dalaşta CHP’li belediyelere yönelik saldırıları “Hak, Hukuk, Adalet” diye protesto ederken CHP’yi de “başına gelen müstahak” dercesine yerel seçimlerde DEM Parti ile işbirliği yapmakla suçlayan bu kesim, diğer yandan da DEM Parti’nin elinde kalmış olan bütün belediyelere “neden kayyum atanmadığına” dair dizlerini dövmektedirler.
Kürt ulusal hareketi başka birçok konuda eleştiriyi hak ederken, CHP’li belediyelere yönelik saldırılarda aldığı tutumdan bu kesimin biraz ders alması gerekir. Kürt’e ancak “ihanet” yakıştıranlar bunu elbette görmeyeceklerdir!
Bu kesimin bir diğer ayağını da çeşitli “sosyal medya” kanallarında sözde “Marksist-Leninist” değerlendirmeler yapan ve her söyleminden Türk şovenizmi akan kesim oluşturmaktadır. “Neden Türkiyeli değil de Türk demek gerekir?” gibi bir tartışmada bilimsel kılıflar bulmaya çalışan bu kesim tartışmalarının sonunda “her şeye rağmen Atatürk ilke ve inkılaplarına sahip çıkan da biziz” diye böbürlenmekte ve Kürtlerin varlığını zorla da olsa tanımaya başlamış Kemalistlere nispet yapmaktadırlar.
Faşist TC’nin 12 Eylül Askeri Faşist Cunta Anayasası’nın 66. maddesine sıkı sıkıya sarılan bu kesim, “etnik köken o kadar önemli değil” derken diğer yandan da tarihsel gerçekleri çarpıtıp “Lenin, Rus olmaktan gurur duyardı” gibi bir safsatayı ortaya atmaktadır. Sovyetler Birliği’nin kaç farklı Sovyet’ten ve bu Sovyet’lerde yaşayan “etnik” çeşitlilikten, tam hak eşitliği ilkesinden vs. hiç bahsetmeyen bu kesime göre herkesin Türk kabul edilmesi zaten olması gereken şeydir.
Oysa Türkiye’de ulusal sorun tam da buraya dayanmaktadır. Herkesin Türk kabul edildiği bu gerçeklik yüzünden onlarca katliam yapılmıştır. Bu kabulü sağlayabilmek için de öncesinde soykırımlar örgütlenmiştir. Ermenilerin, Rumların, Asuri ve Süryanilerin başlarına gelenler yalnızca sermaye birikimin gaspı için değil bu kabulün gerçekleşebilmesinin de adımlarıdır.
Koçgiri, Zilan, Dersim ismi duyulmuş, zorla da olsa bu kesimin de katliam olarak kabul etmek zorunda kaldığı katliamlardır. Gerçi aynı kesim bu katliamların varlığını kabul ederken bile Kürt’e suç yüklemekten ve feodal yapıları nedeniyle bunu hakkettiklerini söylemekten geri durmamaktadırlar.
“Feodalizmin tasfiyesi” adına bu katliamların katliam dahi olsalar “ilericilik” olduğunu iddia etmektedirler.
Kaldı ki, sadece son 50 yılı dahi alınsa TC devletinin Kürt’e yönelik kırımının hiç durmadan devam ettiği görülecektir. Son 20 yıl içerisinde atılan bazı küçük adımlar, Türk komprador burjuvazisinin ya da onun bugünkü temsilcisi AKP’nin niyetinden bağımsızdır. Bunlar, Kürtlerin bir ulus olma bilinci ile biraraya gelip Türk komprador burjuvazisine silahların eleştirici gücünü yöneltmelerinin sonucudur.
Zira Türkiye’nin “milli sınırları” ile bir bağı olmamasına rağmen I.Kürdistanı’nın “bağımsızlığı” referandumunda AKP’nin niyeti kendisini göstermiş ve arka arkaya sınır dışı operasyonlar için tezkereler meclisten ışık hızıyla geçirilmiştir. Rojava bahsinde de Hakan Fidan’ından İbrahim Kalın’ına, Erdoğan’ından Bahçeli’sine mevcut hükümet niyetini söylem düzeyinde duruma göre değiştirse de fırsatını bulduğunda Mustafa Kemal pratiğinden geri bir pratik sergilememektedir.
TC devleti işgal ettiği Kıbrıs’ın kuzeyinde kurduğu ve kendisi dışında kimsenin tanımadığı devlet için uluslararası alanda Kıbrıs Türkü’nün devletinin tanınması için çaba gösterirken, milyonlarca Kürt’ün kendi devletlerinin olması ya da herhangi bir statü elde etmesinin önünde durmaktadır.
Sahte komünistlerin sahne alışı!
Geçtiğimiz haftalarda Kürtçe şarkı dinledikleri için işkence edilerek gözaltına alınan aile örneği münferit bir vaka değildir. T.Kürdistanı’nda ormanların yakılmasına, suların barajlarla kesilmesine, toprağın siyanürle zehirlenmesine toplumun büyük bir kesiminin sessiz kalması da bunun münferit olmadığını göstermektedir.
Metropollerde Kürt işçi ve emekçilerin yaşadıkları, greve gitmek istediklerinde işçi olduklarından önce “etnik” kökenlerinin anımsanması sadece sınıfı bölmek ya da tecrit etmek için yapılmamaktadır. Bu gerçeğin bir kısmıdır. Diğer kısmında ise Kürt düşmanlığı veya daha genel ismiyle Türk şovenizmi bulunmaktadır. TSK elemanlarının Kürt kadınlara yönelik işledikleri suçlar, hastanede Türkçe bilmeyenlerin sağlık hizmeti alamaması münferit değildir.
Bütün bunları bir kenara bıraksak bile, her Kürt çocuğun zorla Türkçe öğrenmek zorunda kalması komprador Türk burjuvazisinin toplumun bir kesimini nasıl daha fazla sömürdüğünün ispatıdır. Bu sorunlar bugün devam etmektedir. PKK-devlet arasındaki pazarlık sürerken “Ben Türk değilim” diyen genç sadece bu sözü dolayısıyla gözaltında çok ağır bir işkenceye maruz kalmıştır. Binlerce faili meçhulün hesabının sorulması bile hala suç teşkil etmektedir.
Bütün bunları Kürt olmayanların da yaşadığını iddia edecek aklı selimlerin 1990’larda T.Kürdistanı’nda yaşananlardan haberi olmadığı gibi 1980 AFC’si döneminde Diyarbakır 5 Nolu’da yapılan işkencelerin Türkiye’nin herhangi bir hapishanesinde yapılan işkencelerin yanından dahi geçemeyeceğinden haberleri yoktur.
Daha doğrusu haberleri yok gibi davranmak istemektedirler. Bu nedenle de “Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz” isimli bir bildiri yayımlamışlardır.
“Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan Anlaşması’nın sorgulanmasını; mevcut sınırlarımızın tartışılmasını, yeni-Osmanlı hayallerini, Türkiye İmparatorluğu gibi gayrimeşru adlandırmaları, ümmetçiliği, etnik ve mezhepsel kimliklere dayalı siyasal yapı ve kurumları istemiyoruz. Barış ve kardeşlik ve de bağımsız ve laik bir ülke, eşitlikçi bir düzen, planlı bir ekonomi istiyoruz. Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz” denilen bu bildiri “barış ve kardeşliği” sadece ve sadece “Türk ve Müslüman-Sünni” kimliği üzerine inşa etmek istemektedir.
Yıllardır şovenizmin zehrine maruz kaldığı için tüm “iyi niyetleri” ile ve hatta belki de anti-emperyalist bir duruş olması adına bu bildiriye imza atan, kendisi de Kürt ve Alevi olan bazı isimlerin bildiriyi imzaladıkları göze çarpmaktadır. Ancak imza atanların esasını Şirnex’te tümen komutanlığı yapmış olan Ahmet Yavuz gibi eli kanlı katiller oluşturmaktadır.
Bu anlamıyla “iyi niyetleri” sözde anti-emperyalist bir duruşla manipüle edilen kişilerin bu bildirinin herhangi bir “aydınlık”la alakası olmadığını, onları yönlendiren esas düşüncenin ezen ulus şovenizminin etkileri olduğunu görmeleri gerekmektedir.
Esas sorun bu bildirinin kimler tarafından imzalandığı değil kimler tarafından yayınladığıdır. “Bu bildiriyi yayınlayanlar Kürt sorununun çözümünü istemiyor” gibi sığ bir söylem elbette gerçeğin tamamını yansıtmamaktadır. Zira Kürt sorununun çözümü PKK ve devletin içine girdiği bu süreçle mümkün değildir. Sürecin ortaya çıkışı da gidişatı da bunu göstermektedir.
Ancak Kürt sorununa dair bazı kazanımların elde edilmesinin önünü açabilir ki, bu kazanımların ihtimali bile AKP-MHP hükümeti tarafından engellenmeye çalışılmaktadır.
Bu bildiriyi yayınlayanlar iddia ettikleri gibi kimlik siyasetinin “barış ve kardeşliğin önüne geçmesine karşı” filan değiller elbette. Bu bildiri kısa ve öz biçimde “Türkiye, Türk ve Müslümandır. Bunun dışında başka bir şey kabul edilemez” demektedir. Sürecin kendisi, sürecin tarafları tarafından kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirilmek istenmektedir.
Bu, doğal olan bir durumdur. Yıllardır faşist TC ile can bedeli ağır bir savaş yürütmüş olan Kürt ulusal hareketi, kaderini sınıf mücadelesi ile birleştirmemiş olmasının doğal bir sonucu olarak eskiyi yıkıp yerine yeniyi kurmak yerine pazarlığa girişmiş ve düzen içi çözüm arayışlarına yönelmiştir.
Şovenizmden ve uzlaşmacılıktan kopuş için doğru adres
Bu süreç demokrat, ilerici ve devrimciler açısından büyük tuzakları barındıran bir süreçtir. İbrahim Kaypakkaya ulusal sorunu ele alırken sapla samanın birbirine nasıl karıştırıldığını en sade biçimiyle ifade etmiştir. Bu süreci ele alırken “barış” yanlılarının en iyisinin ekseriyetle ulusal baskının “Kürt halkına” uygulandığını iddia eden Şafak Revizyonistlerinden bir farkı bulunmamaktadır.
Bugün de bir tarafta Türk şovenizmine savrulmamak adına uzlaşmacılığı öven bir anlayış dururken diğer tarafta sözde anti-emperyalizm adına sekter çıkışlarla Türk şovenizminin ekmeğine yağ sürmek ihtimali önümüzde durmaktadır.
Bir de bütün bu ihtimallerin ötesinde Kürt ulusal sorununun çözümü için kitlelerin örgütlenmesi görevi durmaktadır. Türk işçi ve köylüleri içerisinde şovenizme karşı mücadele ve esas öfkenin TC devletinin varlığına yöneltilmesi demektir. Kürt ulusal sorunu, TC devletinin kuruluşundan itibaren Türk komprador burjuvazisinin emperyalistlerin çıkarlarına uygun şekillenmesinin bir sonucudur.
Kürt işçi ve köylüleri içerisinde ise emperyalizm ve TC devletinin bu birliğinin teşhir edilmesi, Kürtlerin ulusal taleplerinin karşısına zor aygıtları ile çıkan faşist TC devleti ile mücadelenin derinleştirilmesi, emperyalizmin dört parça Kürdistan’daki rolünün anlatılması ve sınıfsal mücadelenin örgütlenmesi görevleri durmaktadır.
Bu elbette zor olan yöntemdir. Özellikle de ’90’lardan sonra şiddetli biçimde esen neo-liberalizmin politikaları ile zehirlenmiş kitleler içerisinde böylesi bir görevi ancak ateşten bir gömleği giymeye cesaret edenler omuzlayabilir. Emperyalistlerin yoğun biçimde paylaşım savaşının cephelerini tahkim ettikleri bugünlerde Türkiye proletaryasının şovenizmle ve uzlaşmacılıkla arasına net bir çizgi çekmesi gerekmektedir.
Bunun olabilmesinin yolu ise, devrimci komünizmin ölümsüz önderi Kaypakkaya’nın fikirlerinin kitlelere taşınmasından geçmektedir.